Mevlâna Celâleddin Rumî
(1207-1273)
Mevlâna, 6 Rebîülevvel 604 Hicrî, 30 Eylül 1207 Milâdî tarihinde bugün Afganistan sınırları içerisinde, Özbekistan’ın güneyinde Belh şehrinde doğdu. Doğum tarihinin Hicrî 600 yıllarında olabileceği ihtimali üzerinde duranlar da vardır.
Mevlâna’nın esas adı Muhammed’dir. Dedesinin adı olan Celâleddin de babası tarafından verilen ikinci bir addır. Mevlâna, bir saygı ifadesi olarak efendimiz anlamınadır. Mevlâna, Rûmî, Molla-i Rûm, Hz. Pîr gibi isimler kendisine sonradan verilmiştir. (Yeniterzi, 2007, 15) Farsça sultan anlamındaki Hüdavendigâr unvanı da yine babası tarafından verilmiştir.
Babası, Sultanü’l-Ulema Bahâ Veled, annesi Mü’mine Hatun’dur. Babası ile birlikte önce Karaman’a, sonra da Konya’ya göç ederler. İlk tahsilini babasından alır. İlk mürşidi ve mürebbisi (Manevi terbiyecisi) muhterem pederleri Bahâ Veled Hazretleri’dir.
Mevlâna 17-18 yaşlarında Karaman’da iken babasının müridlerinden Lala Şerafeddin Semerkandi’nin kızı Gevher Hatun’la evlenir. Bu evlilikten Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi dünyaya gelir.
Düğünden sonraki yıllarda, annesi Mü’mine Hatun’la ağabeyi Muhammed Alâeddin’i kaybeder. Alâeddin’in adı Mevlâna’nın ikinci oğluna verilir.
Konya’ya yerleştikten bir müddet sonra babası, 1231 yılında vefat edince Mevlâna kendisini yalnız hissederse de, imdadına Seyyid Burhaneddin Tirmizî yetişir. Seyyid Burhaneddin, Belh’de iken de Mevlâna’nın lalalığını yapmış, onun yetişmesinde büyük emeği geçmiştir, Burhaneddin Tirmizî, Bahâ Veled’in Horasan’dan ayrılışında Tirmiz’e gitmiş ve orada inzivaya çekilmiştir.
“Seyyid-i Sırdân”, “Muhakkik”, “Fahrü’l-Meczûbîn” gibi unvanlarla anılan Seyyid Burhaneddin, yeniden Mevlâna’yı terbiye ve manevî tasarrufu altına alır. Konya’ya gelişi, görmüş olduğu bir rüya ve manevi bir işaret üzerine olur. (Efâkî, 1986, s. 57-59)
Mevlâna bir rivayete göre, babasının vefatından önce, diğer bir rivayete göre de, Seyyid Burhaneddin’in teşvikiyle zahiri ilimlerde daha da ilerlemesi için, Halep ve Şam’a gönderilir. Onun bu tahsil hayatı beş veya altı yıl sürer.
Mevlâna, Halep’de, Hallaviye Medresesi’nde Mevlâna Ekmeleddin bin Adîm’den ilim tahsil eder. Bu zat fıkıhta, tefsirde ve usulde ihtisas sahibidir. Mevlâna Şam’da da zamanının pek çok ilim adamından istifade eder. Tahsil dönüşünden sonra Mevlâna’ya;
“Din ve yakın ilminde ilerlemiş, babanı bir hayli geçmişsin, fakat baban hem kal, hem de hal ilmine vakıftı. Bu günden itibaren senin hal ilmine sülük etmeni istiyorum.” diyen Seyyid Burhaneddin, Mevlâna’yı adeta potasında eritir, pişirir ve ledün ilimlerine âşinâ kılar.
Bu terbiye ve irşad dönemi de dokuz yıl kadar devam eder. (Fürüzanfer, 2005, s 87)
Seyyid Burhâneddin, Mevlâna’dan ayrılma ve inzivaya çekilme zamanı geldiğine inanır. Fakat Mevlâna mürşidini, mürebbisini bir türlü salmak ve ondan ayrılmak istemez.
Seyyid Burhâneddin ise ısrarlıdır, son sözünü söyler:
“- Sen artık yetiştin! Aklî, naklî, kesbî ve keşfi bütün ilimlerde eşi ve benzeri olmayan bir insan oldun. Ben de kendimce bir değerim. İki değerli insanın, iki sultanın bir arada bulunması doğru olmaz, iki arslan bir sahrada barınamaz. Onun için gitmek istiyorum” der.
Ve bir keramet eseri olarak, kendisinden sonra Şems’in geleceğini haber verir. Seyyid Burhâneddin 1239 yılı baharında, birkaç müridi ile Mevlâna’ya veda ederek, Konya’dan ayrılır. Mevlâna, ayrılmazdan önce şeyhinin gözyaşları içerisinde ellerini öper. Seyyid Burhâneddin Kayseri’ye gider ve orada bir zaviyeye yerleşerek inzivaya çekilir. 648/1241 yılında orada vefat eder.
Bundan sonra Mevlâna 638/1241-642/1244-45 yılları arasında babasının yolunda ve yerinde halkı, vaaz ve nasihatleri ile ihya ve irşada başlar. Medrese öğrencilerine ders okutur. Saray erkânı başta olmak üzere bütün halkın teveccühünü kazanır. Gönüllerin sultanı olur.
KAYNAKLAR
– Efâkî, a.g.e. s. 57-59;
– Risale-i Sipehsalar, 1331, a.g.e. s. 111;
– Fürüzanfer, a.g.e. s. 85, 89;
– Hüseyin Vassaf, a.g.e. s. 305;
– Yeniterzi, 207, 15;
– Köprülü, a.g.e. s. 218;
– Reşat Öngören, “Mevlâna Celâleddin-i Rûmî”, DİA, s. 29/441;
– Adnan Karaismailoğlu “Mevlâna’nın hayatı ve Çevresi”, Konya’dan Dünyaya Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya 2002, s. 24,34;
– Yakup Şafak, “Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hayatı ve Eserleri”, Akademik Sayfalar, C. 4, S. 28, s. 244-245.
Mevlâna ve Şems
Mevlâna, Seyid Burhaneddin’in vefatından beş yıl sonra, Şems’le karşılaşır. Olay şöyle cereyan eder:
Mevlâna ders verdiği medreseden çıkmış, hane-i saadetlerine doğru gidiyor. Talebeleri arkasında, bindiği katırı iki öğrencisi çekmekte… Mevlâna tatlı bir dalgınlık içerisinde ağır ağır ilerliyor. Yolun yarısında ve tam ortasında iki çıplak kol hayvanın dizginlerinden tutar. Katırın silkinmesi ile Mevlâna daldığı derin düşüncelerden sıyrılır, kor gibi yanan bir çift esrarlı gözle karşı karşıya gelir. Bir süre karşılıklı bakışırlar. Bu bir anlık bakıştan her ikisi de etkilenmiştir. Sessizliği o güne kadar hiç görmediği, garip hâlli derviş bozar ve rivayete göre aralarında şu konuşma geçer:
“- Cismini gördüm, isminizi de öğrenmek isterim.”
“- İsmim Muhammed Celâleddin.”
“- Ey Rum diyarının sultanı! Bir müşkülüm var, söyle bana; Âlemlerin Fahri Hazret-i Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyazıd-ı Bestamîmi?”
“- Bu nasıl soru? Elbette Hazret-i Muhammed bilcümle enbiya ve evliyanın büyüğüdür.”
Kim olduğu bilinmeyen garip derviş bu cevap üzerine tebessüm eder ve son sorusunu sorar:
“- Peki ama Hazret-i Muhammed, ‘Mâ arafnâke hakka ma’rifetike’,’ Biz seni lâyıkıyla bilemedik ya Rabbi!’ buyurduğu halde, Beyazıd-ı Bestamî; ‘Süphânî mâ â’zame şâni, ‘ Ben, beni noksanlardan tenzih ederim, şanım ne kadar büyüktür.’ diye söyledi. Bunun sebebi nedir?”
Mevlâna cevabında:
“- Elbette Hazret-i Muhammed (Sallallahü Aleyhi Vesellem), günde sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeye vardıkça da, evvelki bilgi ve makamından istiğfar ediyor ve ‘Ey bizim idrakimizin üstünde olan Allah, biz seni gereğince bilemedik’ diyordu. Beyazıd-ı Bestamî ise ulaştığı ilk makamın mestliğine kapılıp, bu sözü söyledi.”
Derviş almış olduğu cevabın dehşetine dayanamayıp, bir çığlık atarak ve “Ya Hû” diyerek kendinden geçer ve düşüp bayılır. Mevlâna binitinden inip, dervişi kaldırır, kucaklaşırlar. Bu iki yeni dost, kol kola oldukları halde ve hiç bir şey konuşmadan kaldıkları medreseye doğru yürürler. Durumu görenler hayretler içinde arkalarından bakakalırlar.
Tahmin edileceği üzere bu garip derviş, Mevlâna’nın hayatında bir dönüm noktası teşkil edecek olan Şems-i Tebrizî’dir. Mevlâna’nın Şems’le görüşmesi muhtelif şekillerde anlatılmıştır. En makul olanı ve itibar edileni yukarıda anlatılan Efâkî’nin anlatımıdır.
İlk karşılaştıkları bu yere, sonradan; Rahman Suresi’nin 19. âyet-i kerimesinden ilham alınarak, “İki denizin kavuşması” anlamında; “Merace’l-Bahreyn” denilecektir. Bu yer, şimdiki Hatuniye Camii’ne giden yol üzerinde, bir tarafı Şems Parkı’na diğer tarafı Altun-Aba Medresesi’ne çıkan güzergâhtadır. İbrahim Hakkı Konyalı, her şeyin doğrusunu bildiğine inandığı hocası Şeyh Zade Ziya Efendi’den dinlediği bu rivayete itibar eder. İki Dostun karşılaştığı yerin burası olması gerektiğine inanır. (Konyalı, 1964, s, 802) Bu konuda diğer bir rivayet de, Selçuk Oteli’nin önlerinde karşı kaldırımın kenarında bir yerdir. Mevleviler Meracel bahreyn olarak burayı kabul ederler.
Bu karşılaşmadan sonra iki dost, aylarca baş başa kalıp, sohbet ederler. Gece gündüz sema ve vecdle meşgul olurlar.
Mevlâna cemaatini, öğrencilerini ve dostlarını ihmal etmeye başlar. Bu hâl, çevrede bazılarınca hoş karşılanmaz. Şeriat müptedileri ve tarikattan kovulmuş olan bir hayli münkir, kıskanç, kendine tapan ve kendini beğenen, kör ve kibirli basiretsizler etrafta dedikoduya başlarlar ve “ Bu ne kadar acayip bir şeydir. Yazıklar olsun; böyle nazlı bilgin, bir şeyhzade birdenbire delirdi. Semâ, riyâzat ve açlıktan aklını kaçırıp deli oldu.” demeye başlarlar. (Efâkî, 1986, s.1/95)
Mevlâna ise halinden memnundur. Hangisi mürşid, hangisi mürid, hangisi âşık, hangisi maşuk bilinmez. Mevlâna halini şu şiirle anlatır:
“ Utarid gibi defterler ve kitaplarla meşguldüm. Yerim bütün edeplerin makamından yüce idi. Fakat sakinim alın levhasını gördüğüm vakit kendimden geçtim, elimdeki kalemleri kırıp attım.”
İşin çığırından çıktığını gören Şems, bir gün aniden kayboluverir. Gelişi gibi, gidişinden de kimsenin haberi olmaz. Tarih 1246 yılının Mart ayıdır. Bu ilk beraberlikleri on altı ay sürmüştür. (Fürüzanfer, 2005, s.107)
Bu ayrılık Mevlâna’yı son derece üzer ve dilhûn eder. Üzerine, matemlilerin giydiği bir ferace giyer. Başına da, bal renginde, yünden bir külah geçirir. Üzerine de, duman rengi bir tülbent sarar. Biri birinden yanık şiirler söyler, yazdığı gazeller divanlar doldurur.
Şems’in gitmesi hâlinde, Mevlâna’nın kendisine döneceğini sananlar, çok geçmeden yanıldıklarını anlarlar ve Mevlâna’dan af dilerler. Bu ayrılık bir buçuk yıl kadar devam eder.
Mevlâna, Şems’i her yerde arattırıp sordurur. Nihayet Şam’da olduğunu öğrenir. Önce içli ve niyazlarla dolu mektuplar gelip gider. Sonunda Mevlâna oğlu Sultan Veled’i, Şems’i getirmesi için Şam’a gönderir. Sultan Veled yalvarıp yakarır ve Şems’i Konya’ya dönmeye razı eder. 1247 yılı Mayısı’nda dönüş gerçekleşir. Mevlâna; “Şems geliyor” diyen bir müjdeciye, üzerinde ne varsa çıkarıp verir.
Mevlâna, bu ikinci beraberlikten son derece mesut ve bahtiyardır. Eskiden olduğu gibi, halvet ve sohbetler, semâlar yeniden başlar. Mevlâna, Şems’i Konya’ya bağlamak için, onu genç ve güzel evlatlığı Kimya Hatun’la evlendirir. Bu mesut beraberlik de ancak altı ay kadar devam eder.
Önce Kimya Hatun vefat eder. Bir hafta sonra da Şems…
Yeniden ve şiddetini artırarak başlayan dedikodular, filizlenen kin ve fesat tohumları, iki can dostu yeniden ve ebediyen biri birinden ayırır. Şems, öldürüldü mü, yoksa geldiği gibi yeniden kayıplara mı karıştı bilinmez.
Belki Mevlâna, Şems’e yapılan kötülüğe inanmak istemedi de, o yüzden bu bir sır olarak kaldı. Fakat Mevlâna’nın da Şems’in kayboluşundan on beş yıl sonra vefat eden küçük oğlunun cenazesinde bulunmaması da asla unutulmadı.
Mevlâna, ancak yıllar sonra oğlunun kabrini ziyaret etti ve onun hakkında;
“ – Mânâ âleminde Şemseddin’i gördüm. Alâeddin’le barıştı, onu bağışladı. O da rahmete kavuşanlar arasına girdi.” dediği rivayet olunur.
Şems’in ayrılığı Mevlâna’yı yeniden ve daha şiddetli bir şekilde sarsar. Durmadan dudaklarından gazeller dökülür, mahlasını değiştirir, Şems mahlasını kullanmaya başlar.
KAYNAKLAR
Efâkî, a. g. e. s. 1/92, 93,95;
Konyalı, a. g. e. s. 802;
Fürüzanfer, a. g. e. s. 97,107;
Köprülü a. g. e. s. 223-224;
Reşat Öngören, “Mevlâna Celâleddin-i Rûmî”, DİA, s. 29/442-444;
Adnan Karaismailoğlu, “Mevlâna’nın Hayatı ve Çevresi”, Konya’dan Dünyaya Mevlâna ve Mevlevîlik, İstanbul 2002, s. 25-36.
Selâhaddin ve Hüsameddin Çelebi
Garip bir tecellidir ki, Şems’ten sonra Mevlâna, yakınlarını, can dostlarını ve iki halifesini kendisi yetiştirip, yine kendisi seçti. Her ikisi de çevrelerinde büyük saygı ve itibar gördü. Hz. Mevlâna’nın ilk merhalede karşısına Kuyumcu Selâddin çıktı. Sonraları Selâhaddin Zerkûb olarak anılan bu can dostu, temiz yürekli ve saf bir insandı. Ümmi idi, ama irfan sahibi idi. Tirmizli Seyyid Burhâneddin’in derslerine devam etmiş ve ondan feyz almıştı. Konya’nın yakın köylerinden, Yağba-san unvanlı bir zatın oğlu idi.
Sipehsalar, Şeyh Selâhaddin’i fahrü’l-meczûbîn, ârif-i kâmil ve müdakkik olarak niteler. (Sipehsalar, 1331/1915, s. 159)
Yaşça Mevlâna’dan büyük olan Kuyumcu Selâhaddin, Mevlâna’ya intisap ettikten sonra, dizinin dibinden ayrılmaz oldu. Şems Konya’da iken onların hizmetinde bulundu. Bütün ömrünü onun yanında ibadet, züht ve takva ile geçirdi. Dünyanın mal ve sevgisine göz yumdu. Hazret-i Mevlâna âdeta onun sakinliğinde duruldu ve yatıştı. Mevlâna da onu Şems’in yerine koydu, kendisini hilâfeti ile şerefendirdi. Şems de olduğu gibi, yakınlıklarını çekemeyenler tarafından, Şeyh Selâhaddin için de çeşitli dedikodu yapanlar ve onun da aleyhinde bulunanlar oldu. Mevlâna, Selâhaddin’e karşı duyduğu yakınlığı, sıhrî bir bağla da pekiştirmek istedi. Bu sebeple de Zerkûbî’nin kızı Fatma Hatun’u oğlu Sultan Veled’e nikâhladı. (Efâkî a.g.e. s. 2/74)
Şeyh Selâhaddin, Mevlâna’nın yanında onun eğitimi altında yetişti, onun yokluğunda çevresine hikmetli sohbetlerde bulundu. Herkesin sevgi ve hurmetini kazandı. Şeyh Selâhaddin çok konuşmaz, kendisinden bir şey sorulduğunda da arifane, zarifane ve âlimane cevaplar verir, herkesi hayran bırakırdı.
Mevlâna’nın yanında geçirmiş olduğu ömrünü namazla, niyazla oruç ve çilelerle dolduran Şeyh Selâhaddin’in vücudu inceldi, zayıf düştüğü için, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefat etti.
Şems’in yerine koyduğu bu can dostunun da kaybı, Mevlâna’yı son derece sarstı. Cenaze namazını bizzat kıldırıp babasının yanına defnettirdi. Vefatı, 1239 yılının Ocak ayıdır.
Kitabın üçüncü baskısı sırasında 10-15 yıl-dır tanıdığım bir dostum iki seyyitlik beratı getirdi ve “Biz seyyidiz Şeyh Selahattin Zerkubinin soyundan geliyoruz” dedi. Gerçekten baktım Selahattin Zerkubi şecere içerisinde yer alıyordu.
Bilindiği gibi Şeyh Selahattin Zerkubinin kızı Fatma Hatun Hz. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in eşi idi. Bu sebeple Fatma hatundan sonra Mevlâna soyuna seyyitlik geçmiş oluyordu. Bu kol günümüze kadar geldi.
Şeyh Selâhaddin’densonrada Mevlâna’nın yanında, kendinden sonra halifesi ve can dostu olan Ahi Türk Oğlu Çelebi Hüsameddin’dir.
Çelebi Hüsameddin, Ahi Türk Oğlu diye meşhur olan, Urmiyeli Hasan oğlu Muhammed’in oğlu idi. Soyu büyük mutasavvıf Ebü’l-Vefa’ya dayanırdı. Dedesi Urmiye’den Anadolu’ya göç etmiş ve Konya’ya yerleşmişti. Babası Ahi Muhammed ise, Konya ve çevresinde Ahi Teşkilatı’nın reisi idi.
Çelebi Hüsameddin, Mevlâna’nın hizmetinde ve onun çevresindeki büyük zatlardan feyz almış, Şeyh Selâhaddin’den sonra da Mevlâna’nın yakın dostu, musahibi ve vefatını müteakip de onun halifesi olmuştu. Bütün esrara vakıftı, halkın müşkülatını hâl ilmiyle çözerdi. (Sipahalar, 1331, s. 190)
Mevlâna sık sık Çelebi Hüsameddin’in bağına gider, orada zikir meclisleri kurar ve ona iltifatlarda bulunurdu. Mevlâna bir gün Çelebi Hü-sameddinle karşılaşınca ona: ‘‘ gel benim dinim gel benim ruhum gel benim sultanım. Sen hakikat padişahısın.’’ hitabında bulunur. (Efâkî, s.106)
Onun esas hizmeti, Hazreti Mevlâna’ya Mesnevî’nin yazılmasında en büyük teşvikçi ve yardımcısı olmasıdır. (Köprülü, 1976, s. 226, Gölpınarlı, a.g.e. s. 26-28)
Mevlevilerin büyük önem verdiği Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti bizzat Hazreti Mevlâna tarafından yazılmış, ondan sonrasını ise Mevlâna söylemiş, Çelebi Hüsameddin yazmıştı. Mevlâna’nın Çelebi Hüsameddin’e yazılmış birkaç mektubu vardır.
Çelebi Hüsameddin, iyi bir tahsil görmüş ve pek çok medresede müderrislik yapmıştı. Aynı zamanda da varlıklı bir kişi idi. Mevlâna Çelebi Hüsameddin’i, “Hak ziyası, Hak nuru, ruh cilası, dinin ve gönlün hüsâmı, cömert Hüsameddin” olarak ululardı.
Çevresnden büyük saygı gören Çelebi Hüsameddin de, birkaç gün hasta yattıktan sonra 683 yılı Şaban ayının 12. Çarşamba günü (25 Ekim 1284) vefat etti.
Mehmet Önder Bey ve bazı kaynaklar, Çelebi Hümettin’in ilk postnişin olduğunu ifade eder.
KAYNAKLAR
– Efâkî, a.g.e. s. 1/84, 106, II/74;
– Sipehsalar, Risale-i Sipensalar 1331/1915, s. 159, 190;
– Hüseyin Vassaf, a.g.e. s. 298-299;
– Köprülü, a.g.e. s. 226;
– Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik, a.g.e. s. 22-28;
– Mevlâna Celaleddin, Mektuplar, (Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1963, s. 238;
– Yeniterzi, a.g.e. s.24-25, 26-27;
– Reşat Öngören, “Mevlâna Celâleddin-i Rûmî”, TDV, s.29/445;
– Adnan Karaismailoğlu “Mevlâna’nın hayatı ve Çevresi”, Konya’dan Dünyaya Mevlâna ve Mevlevîlik, İstanbul 2002, s. 22-23;
– Mehmet Önder, “Mevleviliğin Sistemleşmesi, Sultan Veled ve Diğer Postnişinler”, Konya’dan Dünyaya Mevlâna ve Mevlevilik, İstanbul 2002, s. 281;
– Fürüzunger, a.g.e. s. 130, 139, 140
Hazret-i Mevlâna’nın Vefatı
Hazret-i Mevlâna, arkasında pek çok yetişmiş insan ve başta Mesnevi olmak üzere ciltlerle eser bıraktıktan sonra, 17 Aralık 1273 Pazar akşamı ezanından sonra, Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cenazesi ertesi günü erkenden hazırlandı Vasiyeti üzerine, cenaze namazını kıldırmak üzere Şeyh Sadreddin Konevî, ileri geçtiyse de temaşa ettiği manevî hal ve duyduğu üzüntüden düşüp bayıldı. Bunun üzerine cenaze namazını, Kadı Sırâceddin’in kıldırdı. (Sipehsalar, 1331, s.156)
Medrese ile ebedî ıstiratgâhı arası 5-10 dakikalık bir yer olduğu halde, kuşluk vakti yola çıkarılan cenaze, ancak ikindiye doğru defnedilebildi. Cenazesinde Müslim, gayr-i Müslim bütün insanlar gözyaşı döktü. Ve Mevlâna, babası Sultanü’l -Ulema Bahâ Veled Hazretlerinin başucuna defnedildi.
Mevlâna’nın ebediyete intikal günü olan bu, 672 Cemazelâhir’in 5. Pazar günü akşamı 17 Aralık’ta bütün Mevlevi dergâhlarında bir tören yapılırdı. Ve o geceye, “Gerdek gecesi” anlamına gelen “ŞEB-İ ARÛS” denile geldi. Çünkü Hazret-i Mevlâna için ölüm, canla Canân’ın buluşması demekti.
Prof. Ali Nihat Tarlan, onun için: “Kanaatımca şark, Mevlâna’yı kâfi derecede tanımamıştır. Ve bunda mâzurdur. Çünkü Mevlâna, beşerin görüş hudutlarını aşan bir irtifadadır.” der.
Bu sebeple, Mevlâna’yı anlatmak son derece zordur. En iyisi onu kendisinden dinleyelim:
Men bende-i Kur’ân’em eğer can dârem, Men, hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem,
Eğer nakil küned cüzün kez ez güftârem, Bîzârem ezû ve zân sühân bizârem.
Tercümesi:
Ben, sağ olduğum müddetle Kur’ân’ın bendesi; kölesiyim,
Ben, Muhammed Muhtar’ın yolunun tozuyum,
Benim sözümden, bundan başkasını bir kimse naklederse
Ben ondan da bıkmışım, o sözlerden de bıkmışım.
Başka bir dörtlüklerinde de şöyle buyururlar:
Men bende şüdem, bende şüdem, Men bende behaclet beser efgande şüdem,
Her bende şeved şad ki, âzad şeved Men şad ezânem ki, tura bende şüdem.”
Yani:
Ben kul oldum, kul oldum, ben kul oldum.
Ben kulluğumu lâyıkı veçhile ifâ edemediğim için utandım;
Ve başımı önüme eğdim. Her köle azat edilince sevinir,
İlâhî! Ben ise, sana kul olduğum için seviniyorum.
Hazret-i Mevlâna, vefatına yakın dostlarına şu vasiyette bulundu:
“Ben size gizlice ve açıkça Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, günahlardan çekinmeyi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmeyi, daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyet ve cefasına dayanmayı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerem sahibi insanlarla salih kişilerle beraber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası olanıdır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır.”
Hazreti Mevlâna müritlerine sık sık şu nasihatte bulunurlardı: “Oruç tutunuz, çünkü oruç kayıpların anahtarıdır. Açlığa alışınız, çünkü açlık kulluk kapısıdır.
Gece ve gündüz nafile namazları çok kılınız ki, dünya ve ahirette bütün dilekleriniz yerine gelsin ve istekleriniz olsun.”
İşte özetle, Mevlâna bu… Eserleri:
1. Divan-ı Kebir,
2. Mesnevî,
3. Fîhi Mâ Fîh,
4. Mektubât,
5. Mecâlisi Seb’a.
KAYNAKLAR
Efâkî, a.g.e. s. 15, 57, 59, 92, 95;
Sipehsalar (Çev. Mithat Bahari), 1331/1915, s. 156;
Yeniterzi, a.g.e. s. 15, 28; Ali Nihat Tarlan, Şerhi Mesnevi (Tahirü’l Mevlevi) Takriz Yazısı, s 1/3;
Yakup Şafak, “Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin Eserleri” Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, İnsanlığın Aynası, Konya 2004, s. 65-72;
Kamil Uğurlu, “Gelin Gecesi veya Şeb-i Arûs”, Akademik Sayfalar, C. 4, S.28, s.243.