Sadreddin Konevî

Şeyh Sadreddin Konevî
(1207-1274)

605-606/1208-09 yıllarında Malatya’da doğdu. Esas ismi Ebü’l-Meâlî Sadreddin Muhammed b. İshakb. Muhammed b. Yusuf el-Konevî’dir. Dedesinin adını aldı. Babası Mecdüddin İshak, kendisi gibi büyük bir âlim mutasavvıf ve Anadolu Selçukluları nezdinde itibarlı ve mevki sahibi bir zattı. Anadolu Selçuklu Sarayı ile Abbasi Halifesi arasında elçilik görevinde de bulundu. Sarayda şehzadelere de hocalık yaptı. Aynı zamanda ünlü mutasavvıf Muhyiddin Arabi’nin de yakın dostu idi.

Sadreddin Konevî, 618/1221 yılında babasını dokuz-on yaşlarda iken kaybetti. Küçük yaşlarda hıfzını tamamladı. Dönemin ilim adamlarından istifade etti, onlardan hadis ve fıkıh okudu. O yıllarda Anadolu’ya gelen Şeyhu’l-Ekber Muhyiddin-i Arabî, annesiyle evlendi. Küçük Sadreddin bundan sonra tamamen babalığının terbiye ve tedrisi altına girdi. İyi bir tahsil gördü. Muhyiddin-i Arabi ile birlikte Halep ve Şam’a gitti. Devamlı onun derslerini takip etti. Onun vefatından sonra büyük âlim ve mutasavvıf Evhâdüddin Kirmânî’den feyz aldı. Sadreddin Konevî’nin, “Ben iki âlimden istifade ettim. Biri Evhadüddin, diğeri İbnü’l-Arabî’dir” dediği rivayet edilir.

Konevî uzun bir Suriye, Mısır ve Hac yolculuğundan sonra 1241 yılında Konya’ya yerleşti. Bundan sonra vefatına kadar Konya’dan ayrılmadı.

Sadreddin Konevî, vahdet-i vücut düşüncesinin Muhyiddin Arabî’den sonraki en önemli temsilcisi idi. Anadolu Selçuklu sultan ve devlet adamlarından büyük itibar gördü. Pek çok devlet adamı ders halkasında talebeleri ile birlikte ondan hadis okudu.

Hadis ve tasavvufta ünü dünyaya yayılan Sadreddin Konevî’nin evi Konya’da Çeşme Kapısı denilen Konya Sur kapılarının birinin dışında ve şimdiki Konevî Türbesi’nin bulunduğu yerde idi. Bu mamure kendisine oğlunu tedavi ettiği için zamanın âlim ve ariferinden aynı zamanda varlıklı şahsiyetlerinden birisi olan Hace-i Cihan (Hoca Cı-han) tarafından hediye edilmişti. Sonradan burası onun medresesi oldu, talebelerini burada okuttu. Vefatından sonra burası yeni vakıfarla desteklenerek cami, hanikâh, imaret, mektep ve türbe hâline getirildi.

Aksaraylı Kerimeddin Mahmut, Konevî hakkında şunları söyler:

“Büyük Şeyh, Selçuk ülkesi Şeyhü’l-İslâmı idi. Bütün zamane şeyhlerinin en seçkini, devrinin ikinci İmam-ı Azamı sayılırdı. Hadis ilminde, manevi bilgilerde eşsizdi. Kendisine sultan divanlarında, Arap ve Acem diyarının halifesi diye hitap ederlerdi.”

“Bu İslâm şeyhinin göçmesinden sonra artık Müslümanlar arasında kemâl ve nur kalmadı.”

Hocası Muhyiddin Arabî İslâm âleminde Şeyh-i Ekber unvanıyla anılırken, Sadreddin Konevî de “Şeyh-i Kebir” unvanıyla anıldı.

Konya’da binlerce talebe yanında, pek çok da hikmet ve tasavvuf ehli insanlar yetiştirdi. Mevlâna’nın da kendisinden feyz aldığı rivayet olunur. Ahmet Efâkî, Menakıbü’l-Arifin isimli eserinde Mevlâna ile aralarındaki münasebet ve dostluğa ait pek çok menkıbe nakleder. Ayrıca Mevlâna, kendi cenaze namazının Sadreddin Konevî tarafından kıldırılmasını vasiyet etti. Sadreddin Konevî de Mevlâna’nın vefatında büyük üzüntü duydu. Kırk gün kabrini ziyaret etti.

Sadreddin Konevi Türbesi

Sadreddin Konevi Türbesi

Sadreddin Konevî, Hocası Muhyiddin Arabi’nin kendisinin yüksek makamlara kavuşması için çok uğraştığını, vefatından sonra da, üzerinde tasarrufarının devam ettiğini uzun uzun anlatır.

Zamanın en büyük âlim ve velilerinden olan Sadreddin Konevî, kapısında uşakları, işçileri ve aşçıları olan, varlıklı ve zengin bir kişi olduğu rivayet edilir. Medrese, cami ve türbesi, yapılan zengin vakıfarla yıllar ve asırlarca bolluk içerisinde varlıklarını devam ettirdi. O servet ve zenginlik, büyük veliliğine, manevî yüceliğine, İslâmi ölçülere sıkı sıkıya bağlılığına engel teşkil etmedi. Hâlâ kerâmetleri dilden dile nakledilir.

Konevî’nin düşünce dünyası insan, Tanrı-varlık tasavvuruna dayanır. Allah Kâinatı ve kâinatta var olan her şeyi İlâhî bir rahmet ve sevgi ile yaratmıştır. İlâhî rahmet eseri olan bu evren büyük kâinat, insan ise küçük kâinattır. En mükemmel insan da insan-ı kâmil olan olgun insandır.

İslâm dünyasında özellikle Anadolu’da büyük etkinliği olan ve şeyh-i Ekber Muhyid-din Arabî’nın anlaşılmasında, yorumlarıyla büyük hizmeti geçen Sadreddin Konevî, 673 Hicrî, 1274 Milâdî yılı Muharrem ayının 16. Pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın vefatı ile aralarında, on ay kadar bir zaman vardır. O da, 1273 yılında vefat etmişti. Demek ki Konya, bir yıl içerisinde iki büyük âlimi ve iki mana sultanını kaybetmişti. Bu iki âlimin vefatı, gerçekten; “Âlemin ölümü” olmuş, ondan sonra da, Anadolu ve İslâm ülkelerini büyük bir bölümü Moğol istilâsı ile yıkılıp yakılmış, kütüphaneler yok edilmiş, çeşitli isyanlarla milyonlarca müslüman acımasızca katledilmişti.

Teçhiz ve tekvininde bile, şer’i ölçülerden ayrılınmaması için büyük gayret gösterir. Onun inanç dünyasını, ihlâsını ve Allah’a olan bağlılığını anlamak için vasiyetine bir göz atmak yeterlidir:

“Dostlarım ve bana mensup olan müritlerim, talebelerim, beni Müslümanların umumi kabristanına defnetsinler. Vefatımın ilk gecesinde Allah’ın her türlü azabından ve cezalandırmasından uzak tutarak beni bağışlaması ve Allah’ın kabul etmesi niyetiyle yetmiş bin “Kelime-i tevhit” hatmi yapsınlar. Yine vefatımda hazır bulunanlardan her biri kendi kendine aynı niyetle, ağır başlılıkla ve kalb huzuru içinde yetmiş bin “Lâ ilâhe illlallah” diyerek zikirde bulunsunlar.”

“Ayrıca beni fıkıh kitaplarında ifade edildiği gibi değil de, hadis kitaplarındaki şekilde yıkayınız. Şeyhimin elbisesini giydiriniz. Sonra da beyaz bir izâr ile kefenleyiniz. Lâhdime, Şeyh Evhadüddin’in seccadesini yaysınlar. Cenazemde, cenaze okuyuculardan hiç birisi bulunmasın. Kabrimin üzerine ne bir bina, türbe ve ne de bir tavan yapılmamasını vasiyet ediyorum. Sadece kabrimi sağlam taşlarla örüp yapsınlar fakat başka bir şey yapmasınlar. Böylece hem kabrin örtülmesi kolay olur, hem de yıkılıp yeri kaybolmaz.”

Sadreddin Konevi’nin En-Nüsûs fî tahkiki’t-tavri’l-mahsûs

Sadreddin Konevi’nin En-Nüsûs fî tahkiki’t-tavri’l-mahsûs

“Felsefe ile ilgili kitaplarım satılıp parası sadaka olarak dağıtılsın. Tıp, fıkıh, tefsir, hadis gibi diğer ilimlerle ilgili kitaplarımı da Şam’a vakfediyorum. Onların hepsi orada bulunan ve Allah için ilim tahsil edenlere verilsin. Kendi yazdığım kitaplarım da benden bir hatıra olarak Afif üddin’e ulaştırılsın ve ehil olan kimselere bunları okutması söylensin.”

“Kızım Sekine’ye de (Allah onu muvafak kılsın) namaza ve diğer farzlarla birlikte istigfar etmeye, Allah’tan mağfiret dilemeye devam etmesini ve Allah hakkında hüsn-i zanda bulunmasını vasiyet ediyorum.”

Şeyh’in türbesi, Konya’daki ziyaretgâhların başında gelir. Hele cuma günleri türbesi, ziyaretçilerle dolup taşar. Kabr-i şeriferi Fatihalarla nurlanır. Bugünkü türbe II. Abdülhamid Han zamanında ve O’nun direktiferi ile Konya Valisi Ferid Paşa tarafından, 1899 yılında yeniden imar ve ihya edilmiştir. Sadreddin Konevî’nin otuza yakın eseri vardır.

1. İ’câzû’l-Beyân fî tefsiri Ümmi’l-Kur’ân,
2. Tebsiratü’l-müptedî ve tezkiretü’l-müntehî,
3. En-Nefâtü’l-ilâhiyye,
4. Şerh-i erbaîne hadis,
5. El-Müraselât beyne Sadreddin Konevî ve Nâsirüddin Tûsî,
6. En-Nüsûsfîtahkiki’t-tavri’l-mahsûs,
7. El-Fükûkfîesrâr-ı müstenidâtı hikemi’l- Füsûs,
8. Miftâhü’l-gayb,
9. Şerhü esmâ’illâhi’l- hüsnâ,
10. Mir’âtü’l-ârifîn.
11. Vasiyyetü’ş-Şeyh Sadrüddin İnde’l vefat.

Bunlardan İ’câzû’l-beyân fîtevîli’l-Ümmi’l-Kur’ân (Fatiha Tefsiri), en-Nefatü’l-ilâhiyye (İlâhî Nefalar), Şerh-i hadîs-i erbeîn (Kırk Hadis Şerhi), el-Müraselât (Yazışmalar), en-Nüsûs fî tahkiki Tavri’l-Mahsus (Vahdet-i Vücud ve Esasları), el-Fükûk fî esrâr-ı müstenidât-ı Hikem-i Füsûs (Füsûsü’l-Hikem’in Sırları) ve Mir’âtü’l-ârifîn (Âriferin Aynası) adı altında Türkçe’ye çevrilmiştir.

KAYNAKLAR

– Efâkî, a.g.e. s.101-102, 128, 334-335;
– Aksaraylı Kerimeddin Mahmut, Selçukî Devletleri Tarihi (Musâmeret el Ahyar) Müt. M Nuri Gençosman, Ankara 1943, s. 200-201;
– Fuat Köprülü, İlk Mutasavvufar, a.g.e. s. 199, 202;
– Füruzanfer, a.g.e. s. 152-153; Hüseyin Vassaf, a.g.e. s. 303-304;
– Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 320, 524;
– A. Şeref Ceran, Sadreddin Konevî, Konya 1995, s.11-12, 26, 31-33, 36;
– Mustafa Uzunpostalcı, “Şeyh Sadreddin Konevî’nin Vasiyeti” Selçuk Dergisi, Ocak 1989, S.4, s.40-42;
– Ekrem Demirli a.g.e.1-14;
– Ekrem Demirli, “Sadreddin Konevî” DİA, İstanbul 1908, s. 35/420-425; 1973 – Konya İl Yıllığı, s.308;
– Ekrem Demirli, “Sadreddin Konevî’nin Tanrı Anlayışı”, Akademik Sayfalar, C.4, S. 27, s. 228-232.

Sadreddin Konevî’nin Hocaları

İbnü’l-Arabî
(Ö 638/1240)

İbnü’l -Arabî, 17 Ramazan 560 H. 1165 (28 Temmuz) Milâdî yılında Mürsiye şehrinde doğdu. Babası çok Kur’an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle uğraşan, takva sahibi bir zat olan Ali bin Muhammed, annesi ise Ensar soyundan Nûr isminde bir hanımdır. Babası İbn Rüşt’ün arkadaşıdır.

Muhyiddin-i Arabî’nin asıl ismi, Ebube-kir Muhammed bin Ali, künyesi Ebu Abdullah’dır. İbnü’l -Arabî, Şeyh-i Ekber, Sultanü’l Ârifîn, Hâtemü’l Evliya gibi unvanlarla anılmıştır. Aslı Arap kabileleri arasında cömertliği ile meşhur Tay kabilesindendir. Ataları İspanya’nın fethinden sonra, Hicaz’dan oraya göçtü.

İbn-i Arabî ilk tahsilini babasından aldı. Sekiz yaşlarında iken babası ile birlikte İşbiliye’ye gitti. Orada zamanının büyük üstatlarından okudu. Keskin bir zekâya, güçlü bir hafızaya sahipti. Bu özellikleri ile hocalarının dikkatini çekti. İbn-i Rüşt’le görüştü. Zahir ve batın ehli, üç yüzden fazla ilim adamından istifade etti.

Küçük yaşlardan itibaren tasavvuf yoluna meyleden İbnü’l-Arabî, iç âlemindeki hazineleri ortaya çıkarmak için, bir yıldan fazla süren bir halvet ve riyâzetten sonra, mârifet kapılarının kendisine açıldığını söyler. Yine ilk halvetlerinden birisinde Hazret-i Peygamber’in kendisine, “Bana sımsıkı sarıl kurtulursun” buyurduğu, bu sebeple hadis ilmine yöneldiğini ifade eder.

İbn-i Arabî, yirmi altı yaşlarında iken Tunus ve Fas’a gitti. Bu seyahatlerini birkaç sefer tekrarladı. Fas’ta dört yıl kadar kaldı. Kendisine yirmi yıldan fazla arkadaşlık ve yoldaşlık yapacak olan Abdullah Bedr el-Habeşî ile burada karşılaştı.

1199 yılında Gırnata ve Kurtuba’ya geri döndü. Bu onun doğup büyüdüğü yerlerde son kalışı oldu.

İbnü’l-Arabi’nin el yazısı (Yusuf Ağa Kütüphanesi)

İbnü’l-Arabi’nin el yazısı (Yusuf Ağa Kütüphanesi)

1200 yılında ilk haccını yaptı. Hac sonrasında tekrar Kuzey Afrika’ya döndü. Bir yıl sonra 2001 yılında Tunus’tan ayrılıp, Mısır’a oradan da Kudüs’e uğradı. Kudüs’ten yaya olarak yola çıktı. Yolda Hazret-i İbrahim’in, sonra da Medine’de Hz. Peygamberin kabrini ziyaret etti. 1202 yılı eylül ayında Mekke’ye ulaştı. İki yıl kadar Mekke’de kaldı. Oradan bir hac kafilesi ile önce Bağdat’a, oradan da Musul’a gitti. Gittiği yerlerde büyük âlimlerle görüştü, onlardan istifade etti. Tefsir, hadis, fıkıh ve kıraat ilminde eşi bulunmaz bir âlim oldu. Döneminin tasavvuf büyüklerinden istifade etti, onlardan ders ve feyz aldı. Mekke’de bulunduğu sırada Fütühât-ı Mek-kiyye isimli eserini yazdı. İbnü’l -Arabî, pek çok İslâm ülkesini gezdi. Bağdat, Musul, Şam, Cezire ve Anadolu tarafarına seyahatlerde bulundu. Selçuklu sultanlarından büyük ikram ve saygı gördü.

1203 yılı ortalarında Urfa, Diyarbakır ve Sivas üzerinden Malatya’ya geldi. Yanında Sad-reddin Konevî’nin babası yakın dostu Mecdüddin İshak ile Abdullah Bedr el-Habeşî de vardı. Mecdüddin İshak’ın bu sırada Selçuklu Sultanı I. Gıya-seddin Keyhüsrev tarafından Konya’ya çağrılması üzerine hep birlikte Konya’ya geldiler. Tecrübeli bir devlet adamı ve âlim bir zat olan Mecdüddin İshak Keykavüs’ün oğluna hoca tayin edilerek tekrar Malatya’ya gönderildi. Bu sıralarda Konya’da kalan İbnü’l -Arabî, Sadreddin Konevî’nin sonradan hocası olacak olan Evhadüddin Kirmanî ile görüştü.

Bundan sonra Halep, Kudüs ve Mısır yoluyla üçüncü defa Mekke’ye giden Şeyh, Bağdat yoluyla tekrar Konya’ya döndü. Daha sonra 1218 yılında Malatya’ya yerleşti. Aynı yıl vefat eden Mecdüddin İshak’ın eşi ile evlendi. Bu evliliğin Mecdüddin İshak’ın vasiyeti üzerine gerçekleştiği rivayet edilir. Oğlu Saadeddin Muhammed de Malatya’da dünyaya geldi. Saadeddin Muhammed, Sadreddin Konevi’nin üvey kardeşidir. Bu sıralarda 12 yaşlarında olan Sadreddin Konevî’nin eğitimini üstlenen İbnü’l-Arabî, bir süre sonra Şam’a giderek oraya yerleşti. Hazret-i Peygamber’in bir işareti üzerine 1230 yılında meşhur Füsûsü’l-Hikem isimli eserini burada yazdı.

22 Rebîülâhir 638, 10 Kasım 1240 yılında 75 yaşlarında olduğu hâlde Şam’da bir dostunun malikanesinde vefat etti. Kâsiyûn dağı eteğinde Sâlihiye semtinde toprağa verildi.

İbnü’l-Arabî Konya ve Anadolu’da tesiri büyük zatlardan birisidir. Dört yıl Malatya’da bir o kadar da Konya’da kaldı. Bu süre içerisinde Malatya ve Konya’da istidatlı insanları talebeliğe kabul etti ve böylece Sadreddin Konevî başta olmak üzere pek çok ilim ve tasavvuf erbabının yetişmesine vesile oldu.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da himmeti vardır. Dönemin manevî dinamiklerinden ve devletin manevî kurucularından Şeyh Edebalı’nin Şam’da onun sohbetlerine katıldığı ve müridi olduğu rivayet edilir.

Şam’da İbnûl Arabî Külliyesi

Şam’da İbnûl Arabî Külliyesi

Kâtip Çelebi’nin de ifade ettiği gibi onu anlayamayan bir takım zahir uleması tarafından vefatından sonra aleyhinde kampanyalar açılmış, Şam ve çevresinde tasavvuf aleyhtarı akımlar yüzünden, Şeyh-i Ekber olarak anılan İbnü’l Arabî, tekfir edilerek ve kendisine Şeyh-i ekfer denilerek kabri tahrip edilmiş ve üzeri düzlenmiştir.

Meşhur rivayete göre, İbnü’l Arabî sağlığında muhtelif eserlerinde Osmanlı devletinin kuruluşu ve yıkılışı ile ilgili haberler vermiş, kabri ile ilgili olarak da , “Sin”, ”Şın” a girdiğinde kabrinin bulunacağını ve mamur hâle getirileceğini bildirmiştir. Gerçekten Şam, Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilince, sultan tarafından şeyhin kabri buldurulur. Üzerine bir türbe, yanına da bir cami ile tekke inşa ettirir. Sonradan bu külliye II. Abdülhamid Han tarafından tamir ettirilir.

1. ve 2. Cildi birarada olan Fütuhat-ı Mekkiye’nin unvan sayfası - İbni Arabi (Yusufağa Kütüphanesi)

1. ve 2. Cildi birarada olan Fütuhat-ı Mekkiye’nin unvan sayfası – İbni Arabi (Yusufağa Kütüphanesi)

Osmanlı arşiv belgelerinden öğrenildiğine göre, Osmanlı son döneme kadar İbnü’l-Arabî’nin türbesi ve camisinin bakımı ile ilgilenmiş, görevlilerin ücretlerini ödemiştir. Ayrıca İbni Kemal, Konya’da metfun Bosnalı Abdullah Efendi, Sarı Abdullah Efendi, Ebussuut Efendi, Kâtip Çelebi, Kamus Mütercimi Asım Efendi gibi pek çok Osmanlı âlim ve ârifi onun büyüklüğünü kabul etmiş, hakkında övücü ifadelerde bulunmuşlardır.

Diğer bir rivayete göre de bir gün vazederken, “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır” demiş. Oturduğu kürsü veya bulunduğu yer tespit edilerek kazdırıldığında orada külliyetli miktarda altın bulunmuştur.

Bizzat kendisi, Hızır aleyhisselâmla sık sık bir araya geldiğini, büyük veli ve peygamberlerin ruhlarıyla, rüya yoluyla veya onların ruhaniyetleri-ni davet ederek veyahut da bedeninden ruhunu ayırıp, ruhuyla onların yanına giderek görüştüğünü anlatır.

Eserleri:

İbnü’l Arabî’nin tefsir, hadis, fıkıh, tarih ve tasavvuf alanında yazdığı üç yüz kadar eseri vardır. 248 kadarının adını bizzat kendisi verir. (M. Erol Kılıç, DİA, 514) Eserlerinin ekserisini ilham sonunda, süratle yazdığını veya yazdırdığını ifade eder. Nitekim 300 sayfalık Mevâkiü’n-nücûm isimli eserini on bir günde, başka bir eserini dört günde yazmıştır. Bir günde yazdığı eserleri vardır. Eserlerini yazarken müsvedde kullanmamış, onları geldiği şekilde kaleme almıştır.

Tasavvuf, tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ilm-i havas, gibi çok geniş bir alanda yazdığı eserlerinin hareket noktası hep marifetullahtır.

Fütûhât-ı Mekkiye, Füsûsü’l-Hikem, Kitabü’l- Esfar, et-Tedbîrâti’l insaniye, Risaletü’l-envâr, eş-Şevâhid, Rûhü’l kuds, et-Tecelliyâtü’l İlâhiye, Kitabü’l-ba meşhur eserlerinden bazılarıdır. Onun 7102 beyitlik bir de divanı vardır.

KAYNAKLAR

Muhyiddin-i Arabî, Fütühat-ı Mekkiye, (Çev. Selâhaddin Alpay), İstanbul 1977, s. 41-45;
Muhyiddin-i Arabî, Fusûsü’l –Hikem (Çev. M. Nuri Gençosman), İstanbul 1971, s. VII, X;
Hüseyin; Vassaf, Sefine-i Evliya (Osmanlıca’dan çev. Mehmet Akkuş- Ali Yılmaz) İstanbul 1990, .74-77;
Fuat Köprülü, İlk Mutasavvufar, a.g.e. s. 199, 202;
A. Şeref Ceran, Sadreddin-i Konevî, Konya 1995, 11-20;
Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî, Konya, s.4;
M. Erol Kılıç,”İbni Arabi”, DİA, İstanbul 1999, 20/493-516.
İbn Kesir, Hadislerle Kur’anı Kerim Tefsiri (Çev. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner), İst. 1988, s.16/225

Evhadüddin Kirmani
(1164-1238)

İran’ın Kirman bölgesinde doğdu. Asıl adı Hâmid, lâkabı Evhadüddin’dir. Daha çok lâkabıyla anılmıştır. Menakıpnamesine göre, Oğuzların Kirman’ı istilâ edip, II. Turan Şah’ı öldürdüklerinde (575/1179-80) on altı yaşında olduğu belirtildiğine göre onun doğum yılının 1164 olması gerekir.

Yine menakıpnamede babasının Kirman Selçuklularından Sultan II. Turan Şah olduğu gösterilirken, İbn-i Arabî Fütühatü’l-Mekkiyye’de babasının adının Ebü’l-Fahr olduğunu zikreder. Evhadüddin Kirmanî, ilk tahsilini memleketinde yaptı. Genç yaşlarda Bağdat’ta medrese tahsiline başladı. Tahsilini tamamladıktan sonra bir süre de Hakkaniye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Sonra tasavvuf yoluna sülük etti. Sühreverdiye Şeyhi Rükneddin Süncâsî’ye intisap etti. Bu arada Tebriz, Nahcivan, Gence, Irak, Mısır, Hicaz ve Şirvan bölgelerinde dolaştı. Buralarda dönemin pek çok ilim ve tasavvuf erbabı ile tanıştı. Bir süre Nahcıvan’da ikamet etti. Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah’ın kurduğu fütüvvet teşkilâtına girdi. 1204-1205 yıllarında Konya’ya geldi. O yıllarda Konya’da olan İbnü’l-Arabî ile görüştü. Malatya, Sivas ve Kayseri’de kaldı. Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak yakın dostu idi. Evhadüddin Kirmanî, Ahi Evran ve İbnü’l Arabî gibi pek çok ilim adamı ve tasavvuf erbabının Bağdat’tan Mecdüddin İshak’ın delaletiyle Konya’ya geldiği rivayet edilir. Kirmanî Anadolu’da daha çok Kayseri’de kalmış, kızları Fatma ve Amine Hatunlar da babalarının yolunda büyük hizmetler ifa etmişlerdi. Evhadüddin Kirmanî, Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev ile iyi münasebetler kurdu. Sultanlardan ve zamanın devlet adamlarından itibar gördü. Sadreddin Konevi’nin yetişmesinde büyük rolü oldu. Birisi şeyhi ile birlikte olmak üzere dokuz defa hacca gitti. Halife Mu’tasım tarafından 1231-32 yılında Emir-i hac tayin edildi. Hac dönüşü tekrar Anadolu’ya gitti ise de, halifenin daveti üzerine 1237 yılında Bağdat’ta döndü. Merzûbâniyye Hankahı’na şeyh tayin edildi. 3 Şaban 635 (21 Mart 1238) tarihinde Bağdat’ta vefat etti. (Nihat Azamat, DİA, s. 519) Konyalı’ya göre, Evhadüddin Kirmani’nin Türbe ve Zaviyesi Musalla Kabristanı’nda Şeyh Şüca-üddin Türbesi’nin güney batısındadır. Türbe kare planlı, küçük kubbesi moloz taşlı gövde üzerine tuğladan yapılmıştır. Kabir taşı ve türbe üzerindeki kitabe kaybolmuştur. Şeyh Sadaka’nın evi ve zaviyesi de buradadır. (Konyalı, s. 590-91;) Şair, büyük mutasavvıf ve İslâm âlimlerinden birisi olan Evhadüddin Kirmanı Ahi teşkilâtının ilk temellerini attı, talebesi Ahi Evren onun yolunda yürüdü. Ahi Evren Evhadüddin’in hem talebesi hem de damadı idi. Evhadüddin Kirmanî, Allah’ın cemal sıfatının tecellilerini varlıkta temaşa etmeyi esas alan “Şâhid-bâzî” adı verilen meşrebe mensuptu. Onun bu anlayışı suiistimallere yol açabileceği endişesiyle başta Mevlâna ve Şems olmak üzere bazı mutasavvıfar tarafından tenkit edilmiştir. (Efâkî.1986, s. 475)

Rubaileri, şeyhin bağlılarından birisi tarafından vefatından sonra, bir araya getirilmiştir. Cemaleddin Vâsıtî ve Muhyiddin Dımışkî, diğer hocalarından ikisidir. Sadreddin Konevî bunlardan da ders okumuş ve istifade etmiştir.

KAYNAKLAR
Fuat Köprülü, İlk Mutasavvufar, a.g.e. s. 199;
Mikâil Bayram, Şeyh Evhadü’d-Din Hâmid el-Kirmanî ve Evhadiyye Tarikatı, Konya 1993, s. 17-48;
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya, 1981, s. 58;
Haşim Karpuz, Kültür Varlıkları, Ankara 2009, I/391;
Nihat Azamat, “Evhadüddin Kirmani”, DİA İstanbul 1995, s. 11/518-520.
Fürüzunger, a.g.e. s. 95.

Ahi Evran
Şeyh Nasuriddin Ahi Evran Mahmud Bin Abbas el-Hoyî

(567/1171-659/1261)

Esas adı Şey Nasuriddin Ahi Evran Mahmud bin Abbas, künyesi ise Ebü’l- Hakayık’dır. 567/1171 yılında Batı Azerbeycan tarafarında Hoy kasabasında dünyaya gelen Ahi Evren, memleketine nisbetle Hoyî diye anıldı. Derici (debbağ) esnafının piri olarak kabul edildi.

Kelâm, tefsir, tasavvuf, felsefe ve tıp alanında derin bir bilgiye sahipti. Fahreddin Râzî’den muhtelif ilim dallarında ders ve Ahmed Yesevi Hazretileri’nin talebelerinden feyz aldı. Şıhabüddin Sühreverdi Hazretleri’nin sohbetlerinde bulundu. Hac görevini ifa ederken tanıştığı Evhadüddin Kirmani’ye intisap etti ve şeyhi ölünceye kadar da kendisinden ayrılmadı.

Alâeddin Keykubat döneminde, Anadolu Selçuklularının idarecileri arasında önemli bir yeri olan Sadreddin-i Konevi’nin babası Mecdüddin İshak’ın Bağdat’da elçi bulunduğu sırada, başta Muhyiddin-i Arabî olmak üzere Evhadüddin Kirmanî’yi Konya’ya davet etmesi üzerine, hocasıyla birlikte Konya’ya geldi. Hocası Evhadüddin Kirmani’nin kızı, Fatma Bacı ile evlenen Ahi Evran, Anadolu’yu adım adım dolaştı. Ahi teşkilatını kurdu. Bir süre Kayseri’ye yerleşerek Kayseri esnafını teşkilatlandırdi. 1243 yılında Moğollar Kayseri’yi muhasara ettikleri zaman. Ahiler Kayseri’yi kahramanca savundu. Şehrin düşmesi üzerine Ahilerin büyük bir bölümü kılıçtan geçirildi, eşi Fatma Bacı da Moğollar’a esir düştü.

I. Alâeddin Keykubat Döneminde itibar gören Ahiler, II. Giyaseddin Keyhüsrev döneminde takibata uğradı, Ahi Evran de tutuklandı. Ahi Evran’in beş yıl süren tutukluluğu II. Gıyaseddin’in vefatından sonra sona erince, bir süre Denizli’de ikamet etti. Sadreddin-i Konevi tarafından davet edilmesi üzerine yakınları ile birlikte tekrar Konya’ya geldi. II. İzzeddin Keyka-vüs Ahi Evren’i vezirlik görevine getirdi. Şems-i Tebrizi’nin şehit edilmesi olayından sonra, 1247 yılında Kırşehir’e göç etti. On iki yıl orada kaldı, burada debbağlık mesleğini sürdürdü. Vefatına kadar da Sadreddin-i Konevî ile mektuplaşarak münasebetini devam etirdi. Moğol yanlılarının teşvik ve tahriki neticesinde, 659/1261 yılı Nisan ayının ilk günü Kırşehir Emiri Nureddin Caca tarafından öldürüldü. Benzer katliamlar Konya’da da yapıldı. Sadreddin Konevî’nin yakın dostu Şeyh Zeyneddin Sadaka’nın da bu sıralarda öldürüldüğü rivayet edilir.

Tamamen Türk’e has bir teşkilat olan Ahi’liği kuran Ahi Evran yirminin üzerinde eser verdi. Metâliü’ı-îman, Yezdan-ı şinâht (Alâeddin Keykubad’a sunulmuştur.), Mürşidü’l-Kifaye (Bu eseri de I. Alâeddin Keykubad’a sunulmuştur), Âğâz u encâm, Letâif-i hikmet (Bir siyasetnamedir), Tebsıratü’l-müptedî, Tezkiratü’l-müntehî, Mükâtebât, Ahlâ-ı nâsırî ve Evsâfü’l-eşrâf eserlerinden bazılarıdır.

Hocası Evhadüddin Kirmani’nin kızı, Fatma Bacı da boş durmamış, yetiştirdiği Türk hanımları ile Bacıyan-ı Rum denilen teşkilatı kurmuş ve böylece Türk-İslâm kültürünün bacıdan bacıya nakledilmesine vesile olmuştu. Osmanlı Devleti’nin kurulmasında, bir Ahi Şeyhi olan Şeyh Edebali’nin himmeti, Ahilerin alın teri, Bacıyan-ı Rum’un emeği vardır.

Ahi teşkilatına girmek için, ilim ve sanatla meşgul olmayı, helâlinden kazanıp kazançlarının büyük bir bölümünü muhtaçlara dağıtmayı şart koşan Ahiler, her cuma gecesi aralarında toplanırlar, Kur’an-ı Kerim, tefsir, hadis, fıkıh kitapları ve menkıbeler okur, ibadet ederlerdi.

Bir Ahi’nin üç şeyi açık, üç şeyi de kapalı olmalıdır:

1- Cömert olup eli açık olmalı, fakat israf da etmemelidir.
2- Misafire kapısı açık olmalı ve gelene ikramda kusur etmemelidir.
3 – Sofrası açık olmalı, aç geleni tok göndermelidir.

Ahi’nin üç şeyi de kapalı olmalıdır:

1- Gözü harama ve başkasının ayıbına kapalı olmalıdır.
2- Dili bağlı olmalı, kimseye kötü söz söylememelidir.
3- Beli bağlı olmalı, kimsenin namusuna, ırzına ve haysiyetine göz dikmemelidir.

Ahi Evran ‘in Metaliu’l- İman’ın ilk iki sayfası (Yusuf Ağa 1876)

Ahi Evran ‘in Metaliu’l- İman’ın ilk iki sayfası (Yusuf Ağa 1876)

Ahi Evran 14. asırda Kırşehir’de adına yapılan külliye içerisindeki türbesinde medfundur. Bazı eserler onun vefat tarihini 660/1262 olarak göstermektedir. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Ahi Evran maddesinde, “… ölümünün veya öldürülüşünün 1262 de veya 1300-1317 yılları arasındaki bir tarihte öldüğü ileri sürülmüştür” denilmekte ise de, ileri sürülen ikinci tarihin doğruluğunu kabul etmek mümkün değildir. Ahi teşkilatının kuruluş ve gelişmesi dikkate alındığında ilk merkezin Konya olduğunu kabul etmek gerekir.

KAYNAKLAR

– Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu olan Ahilik, Konya 1981, s. 59;
– Ceran, a.g.e. 78-79; İlhan Şahin, “Ahi Evren”, DİA, 1/530;
– Mikâil Bayram, Konya Ansiklopedisi, 2010 s. 1/51-53.

Sadreddin Konevî’nin Yetiştirdiği Bazı Talebeleri

Dünyanın dört bir bucağından Konya’ya akın akın gelen pek çok ilim adamı ve mutasavvıf, Sadreddin Konevî’nin rahle-i tedrisinde yetişmiş ve ondan feyz almıştır. Fahrüddin Irakî, Şeyh Sa-deddin Ferganî, Şeyh Müeyyidüddîn-i Cendî, Şeyh Şehabeddin Heraklî, Kudbeddin Şirazîve İzzeddin Muhammed eş-Şirvânîbunlardan bazılarıdır. Hepsi de Ekberiye grubuna dahildir.

Fahrüddin Irakî
(ö. 688/1289)

İran’ın Hemedan tarafarında Kumcân köyünde dünyaya geldi. Asıl adı İbrahim bin Şehriyâr’dır. Fahrüddin ise lâkabıdır. Sonradan Irâkî mahlasını aldı. 1211-1213 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. Füruzanfer doğum tarihini 600/1204 olarak verir. (Füruzanfer, Mevlâna Celâleddin, 2005, s.156)

Küçük yaşlarda hıfzını ikmal eden Fahrüddin Irakî, çok iyi bir tahsil gördü. Kıraat ve diğer ilimleri de memleketinde tamamladı. Genç yaşlarda, Hemedan Medreselerinde ders vermeye başladı. Bağdat’ta, Şeyh Şihabeddin Sühreverdi’ye intisap etti. Kalenderî dervişleri ile ilgilendi. Onlarla birlikte Hindistan’a gitti. Multan’da Bahâeddin Zekeriya’nın derslerine katıldı ve bir süre sonra da, hocasının kızıyla evlendi. Yirmi beş yıl Hindistan’da kaldı. Hocasının vefatı üzerine onun halifesi oldu.

Bazı huzursuzluklarsebebiyle Hindistan’dan Hicaz tarafarına gitti. Dönüşünde Anadolu’ya uğradı. Konya’da Sadreddin-i Konevî’nin sohbetine katıldı. Derslerine devam etti. Ondan Muhyiddin-i Arabi’nin Füsûs’unu takip ederken tesir altında kaldı ve duyduklarını şiir hâline getirdi. Böylece meşhur LEMA’ÂT isimli eseri meydana geldi.

Fahreddin Irakî, tasavvuf ehli şair ve ilim adamlarından olduğundan büyük mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi’nin hatırasına hûrmeten “Mağribî” mahlasını kullandı. Sadreddin-i Konevî’den dinlediği Füsûsü’l-hikem derslerinden aldığı feyz ve ilhamı özet hâlinde zaptede-rek, Lema’ât’ında; aşk, âşık ve maşuk remizleriyle Mutlak Varlığı, vacip ve mümkün varlıklarını izah etti ve bu suretle varlıkta Vahdet’in ne demek olduğunu izaha çalıştı. (Fahreddin Irâkî, Lemâ’at) Sadece Fahrüddin Irakî değil, Konevî’nin diğer talebeleri olan, Şeyh Müeyyeddin Cündîile Şeyh Sa-deddin Ferganîde hocasının tesiri altında kalarak birer Füsûs şerhi yazdı.

Efâkî, Fahreddin Irakî’nin Mevlâna ile olan yakın dostluğundan ve birlikte sema yaptığından bahseder.

Anadolu Selçuklu Devleti devlet adamlarından Pervane Muîneddin’in iktaının merkezi olan Tokat’ta kendisi için yaptırmış olduğu dergâhta uzun yıllar talebelerini yetiştirdi ve halkı irşadda bulundu. Pervane onun müritlerindendi. Pervane’nin vefatından sonra, önce Mısır’a, sonra da Şam’a gitti. 8 Zilkade 688 ( 23 Kasım 1289) tarihinde Şam’da vefat etti ve bağlı bulunduğu Muhyiddin-i Arabi’nin türbesi yanına defnedildi.

Fahrüddin Irakî’nin Lema’ât isimli eserinden.

Fahrüddin Irakî’nin Lema’ât isimli eserinden.

Fahrüddin Irakî, Lemaâtı’nın 13. bölümünde; “Vahdet-i Vücud” anlayışı içerisinde şunları söyler: “Şerefi hadiste buyrulduğu üzere, Hak ile kul arasında nur ve zulmetten yetmiş perde vardır. Muhib (seven) bu perdelerin arkasından mahbûbu (Sevgiliyi) görmeye çalışır. İlâhî çehreyi görebilmek için muhibbin sây-ü gayretiyle aşinalık husule geldikçe, aşkın imdadı ve şevkin kuvvetiyle muhib perdeleri birer birer aşağı çekerek mukaddes ilâhî Cemâl’in Sübhaları pertevi muhibbin mevhum gayrılığını yakar ve maşuk âşıkın yerine geçer: Her ne alacak olursa ondan ve onunla alır ve her ne bağışlarsa ondan ve onunla bağışlar. Şerefi hadis de beyan buyrulan perdeler hakkında denilmiştir ki, nûranî olanları; insanın ilmi, hâlleri ve makamları ve güzel ahlakı. Zulmanileri ise; bilgisizliği, cehli, âdetleri ve kötü huyları gibi şeylerdir.”

Uşşaknâme, Lema’ât ve Istılâhât-ı Sûfiyye eserlerinden bazılarıdır. Ayrıca bir de Divan’ı vardır.

KAYNAKLAR

Fahreddin Irakî, Lema’ât (Pırıltılar), Çev. Safet Yetkin, Ankara 1963;
Efâkî, a.g.e.s. 431;
Füruzanfer, a.g.e. s.156-157;
Osman Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 524;
Ceran, a.g.e. s.104-105;
Fuat Köpdülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıfar, Ankara 1976, s. 202-203:
Sadraddîn-i Konevî, Mir’âtü’l-Ârifîn, (Ter. Dilaver Gürer-Betül Güçlü-Ali Çoban), Konya 2008, s. 18;
Orhan Bilgin, “Fahrüddin Irakî”, DİA, İst. 1995, s. 12/ 84-86.

Müeyyidüddîn-i Cendî
(ö. 691/1292)

Ebû Abdillâh Müeyyidüddin b. Mahmûd b. Sa’id el-Cendî, Türkistan’ın Cend şehrinde doğdu. Ailesi hakkında da fazla bilgi bulunmamaktadır. Onun ilk hocası âlim bir zat olan babasıdır. Zengin bir aileye mensuptur.

Sonradan tasavvufa yönelen Cendî, hacca gitmek için memleketinden ayrılır. Hac dönüşü Konya’ya gelir. Sadreddin Konevi’nin sohbetlerine katılır, yanında erbaîn çıkarır. On yıl Sadreddin Konevî’ye hizmet eder.

Bu dönemde Müeyyidüddin Cendî, Fah-reddin Irakî, Saidüddin Ferganî ve Kudbiddin Mahmud Şirazîile birlikte Konevî’nin ders halkasında beraberdirler.

Müeyyidüddîn-i Cendî, Konevî’nın vefatından sonra, Tokat ve Sinop’a gider ve orada yaşamaya başlar. Bu dönemde bilhassa Sinop, Moğol zulmünden uzak önemli bir liman ve uluslar arası bir ticaret merkezidir.

Bundan sonra Cendî, Bağdat’a gider ve orada Abbasî halifesi ile görüşür. Bağdat’da Hocası Sadreddin Konevî’nin halifesi olarak irşat faaliyetini sürdürür. Burada Muhyiddin Arabi’nin Mevakiü’n-nücûm isimli eserini şerh eder.

Cendî uzun bir süre Bağdat’da kaldıktan sonra Pervaneoğullarının hakimiyetindeki Sinop’a gider orada, bir tasavvuf ve ahlak kitabı olan Nefahatü’r-rûh ve Tuhfetü’l-fütûh isimli kitaplarını kaleme alır.

Son yıllarını Sinop’ta geçiren Cendî’nın kesin olarak nerede vefat ettiği bilinmemektedir. Onun, 691/1291 veya bu yıldan sonra vefat ettiği, vefat yerinin Şam olduğu tahmin edilmektedir.

Cendi’nin talebesi Abdürrezzak Kâşanî, onun talebesi de Davud-ı Kayseri’dir. Bunlar Osmanlı’nın kuruş döneminde Ekberiy-ye fikir hareketinin öncüleri olmuştur. Daha pek çok Fusûsu’l-Hikem şârihi ve ilim adamı Müeyyidüddîn-i Cendî’den geniş ölçüde yaralanmışlardır.

Müeyyidüddîn-i Cendî’nin onun üzerinde eseri vardır. Şerhu Fusûsi’l-Hikem, Şerhu mevâki’i’n -nücûm, Nefatü’r-rûh ve Tuhfetü’l-fütûh, Şerh-i Kasîde-i Lâmiyye, Nüktetü’l-Aşk ve Divan eserlerinden bazılarıdır.

KAYNAKLAR

– Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zünûnu, II, 540;
– Süleyman Uludağ, “Cendî”, DİA, C. 7. 359-360.
– Mahmud Erol Kılınç, “Fusûsi’l-Hikem”, DİA, C. 13, s. 231-232;
– Ahmet Şeref Ceran, Sadreddin Konevî, Konya 1995, s. 104.

Saîdüddin Fergani
(620/1223-699/1300)

Ebû Osman Saidüddin Muhammed bin el-Kâşânî el-Ferganî, 620/1223 yılı civarında Mâverâünnehr’in Fergana vadisinde, bugünkü Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Kâşân şehrinde doğdu. Hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Saîüeddin Ferganî bir eserinde Şeyhü’ş-şuyûh dediği ve Şihabüddin es-Sührevirdî’nin halifesi olan Necîbüddin Ali b. Buzgaş eş-Şîrazî’ye küçük yaşta intisap ettiğini kaydettikten sonra, seyr ü sülûkunu tamamlayıp, Tahûn adlı bir hangâhın şeyhi olduğunu belirtir.

Kısa birsüre sonra memleketi Fergana’dan ayrılarak Şam’a giden Ferganî, o sırada Şam’da bulunan Sadreddin Konevî’nin sohbet ve hizmetleri halkasına katılır.

643/1245 yılından itibaren Sadreddin Konevi ile Konya’ya gelen Saidüddin Ferganî, Konevî’nin vefat ettiği 673/1274 yılına ve 53 yaşlarına kadar Anadolu’da yaşadığı tahmin edilmektedir.

Fahrüddin Irakî, Müeyyidüddin Cendî ve Saîdüddin Ferganî’nin de o dönemin Selçuklu veziri, Süleyman Pervane ile dostlukları vardır. Bu ,Fergani’nin bir eserini Pervane’ye ithaf etmesinden de anlaşılmaktadır.

665/1267 yılında hacca giden Ferganî yaklaşık, 75-80 yaşlarında iken 699/1300 yılında Şam’da vefat etti. Ferganî, İslam ülkelerinde Sad-reddin Konevî’nin diğer talebeleri ile birlikte Ek-beriyye fikirlerini yayan önemli takipçilerinden ve hocasının takdirini kazanan talebelerinden birisidir.

Ferganî ile birlikteKonevî’ninKaside-i Ta’iyye derslerine katılıp not tutanlardan biri de Afifüddin et-Tilimsânî’dir.

Meşâriku’d-derârî’z-züher fî Keşfi hakâiki nazmi’d-dürer, Müntehe’l-medârik ve müntehâ lübbi külli kâmilin ve ârifîn ve sâlik, Menâhicü’l-ibâd Ferganî’nin eserlerinden bazılarıdır. Sadreddin Konevi, Ferganî’nin birinci eserine bir takriz yazmıştır.

KAYNAKLAR

– Mahmut Erol Kılıç, “Fergaî, Saîdüddin” DİA, 1995, s. 12/378-380.
– A. Şeref Ceran, Sadreddin Konevî, Konya 1995, s. 303-304.

Kudbeddin Mahmud Şirazî
Mahmud b. Mesud b. Muslih el-Farisî

(634/1236 – 710/1310)

Sadreddin-i Konevî’nin meşhur talebelerinden birisi de Kudbeddin Mahmud Şirâzî’dir. 634/1236 yılında Şiraz’da dünyaya geldi. Tıp sanatı ile meşhur olmuş bir aileye mensuptu. Kendisi de babasının yerinde bir süre göz hekimliğinde bulundu.

İlk tahsilini memleketinde tamamladı, Horasan’da Danişoğlu Ebül Hasen Ali Necmeddin’in ders meclislerinde bulundu. Nasireddin Mahmut Tusî ile tanıştı. Onun asistanlığını yaptı ve ondan istifade etti. Daha sonra Anadolu’ya geçerek Konya’da Sadreddin-i Konevî’nin derslerine katıldı Onun sohbetilerinde bulundu ve ondan feyz aldı. Daha sonra uzun süre Sivas ve Malatya kadılıklarında görev yaptı. Muineddin Pervane’nin Malatya’da yaptırmış olduğu medresede Müderris olarak da pek çok talebe yetiştirdi. Hocasının fikirlerini yaydı. Vefatına yakın yıllarda Şam’a giti, Muhyiddin-i Arabi’nin ziyaretinde bulunduktan sonra, Tebriz’e yerleşti. 710/1310 yılında Tebriz’de vefat etti.

Tıp, tefsir, havas, felsefe ve astronomiye ait pek çok eseri vardır. Nihayetü’l-idrak fi dirayeti’l-Efâk, Şerhü’l-esrâr, Tuhfe-i şâhî ve Gürretü’t-tac eserlerinden bazılarıdır. En meşhur eseri ise Fethü’l-Mennân fîtefsirü’l -Kur’an isimli büyük tefsiridir.

KAYNAKLAR

– Efâkî, 1986, a.g.e. II/222-223;
– İbn-i Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim. Çevirenler; Dr. Bekir Karlığa, Dr Bedreddin Çetiner, s.16 s. 247;
– Ceran, a.g.e. s. 105106;
– Turan, a.g.e. s. 556;
– Furüzanfer, a.g.e. s. 154-155.