Şeyhü’l-İslâmlık

Şeyhü’l-İslâmlık

Geniş manada Şeyhü’l-İslâm, ilmiye sınıfının başında bulunan zata verilen bir unvandır. Hicri dördüncü asırdan itibaren bilhassa bir hürmet lafzi olarak kullanılmaya başlanmış, fukaha arasında ihtilâfı meseleleri hâlletmiş olan büyük âlim ve fakihlere alem olmuştur. Bu tabirden başka, sonuna İslâm kelimesi getirilerek, Ruhü’l-İslâm, Şemsü’l-İslâm, Nizamü’l-İslâm gibi tabirler de kullanılmıştır. Bu sebeple, zikredilen asırdan itibaren pek çok İslâm âlimine Şeyhü’l-İslâm denilmiştir.

Osmanlı kaynaklarında en yüksek ilmiye makamı sahibi, XVII. asır sonlarına kadar müfti unvanını taşırken XVIII. asırdan itibaren onun yerine şeyhü’l-İslâm tabiri umumileşmiştir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında da bu unvanla anılan âlimler olmuştur. Fatih Kanunnamesi’nde resmi olarak ilk Şeyhü’l-İslâm ve müftü unvanıyla zikredilen zat, ulemanın reisi olarak kaydedilmekte ve daha sonra da hem şeyhü’l-İslâm hem de müftü unvanlarının kullanıldığı görülmektedir.

II. Murad zamanında yaşıyan Elvan Fakih’in ilk Şeyhü’l-İslâm, Çandarlı Kara Halil’in de ilk Kazasker olduğunu ifade edenler bulunduğu gibi, ilk Osmanlı Şeyhü’l-İslâmı’nın Şeyh Edebâli olduğunu ileri sürenler de vardır.

İlmiye Salnamesi’nde ilk Şeyhü’l-İslâm olarak Mehmet Şemseddin Fenarî alınmıştır. (İlmiye Salnamesi, s. 322)

Kanuni’den itibaren, yalnız İstanbul Müftüleri’ne şeyhü’l-İslâm denmeye başlanmış ve bu makam, hiçbir İslâm ülkesinde erişemediği dini ve siyasî bir ehemmiyet kazanmıştır. Şeyhü’l-İslâmlık makamı sadrazamdan daha yüksek değilse de ona eşit, bazan ondan üstün sayılmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman, düzenlediği kanunlarda ve önemli meselelerde meşruiyet sağlamak ve İlâhî iradeye ters düşmemek için, devamlı Ebu’s-Suud Efendi’den fetva almıştır. Bu hâliyle Şeyhü’l-İslâmlık, tarih boyu hukuka bağlılığın en büyük teminatı olmuştur.

Tarihte meşihat makamında bulunan nice şeyhü’l-İslâm, zaman zaman İslâm’a ve hukuka ters düşen padişah iradelerine şiddetle karşı çıkmış ve onların hataya düşmelerine mani olmuşlardır. Bu güçlü ve cesur şeyhü’l-İslâmlar’ın başında Zenbilli Ali Efendi ile Ebu’s-Suud Efendi gelir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatında, bir küçük sandıkla birlikte gömülmesini vasiyet ettiği rivayet edilir Cenazesi defnedilirken sandık da kabir başına getirilir. Orada hazır bulunan ulema arasında ihtilaf çıkar. Sandıkla birlikte defnin İslâm adetlerıyle bağdaşmadığı ileri sürülür. Birisi, sandığın açılıp içinde ne olduğuna bakılmasını teklif edince, sandık açılır. Sandık ağzına kadar Kanuni’nin Şeyhü’l-İslâm’dan aldığı fetvalarla doludur. Orada hazır bulunan Şeyhü’l-İslâm kara kara düşünür ve şöyle der:

“Sultanım! Sen kendini kurtardın, bakalım ben ne yapacağım?”

Osmanlı Devletinde Şeyhü’l-İslâm tarafından tastik olunmamış hiçbir kanun, ferman ve irade yoktur. Şeyhü’l-İslâm Ebu’s-Suud Efendi’nin, Kanunî’nin bir emrine karşı, “Emr-i Sultanî ile nâmeşru’ olan nesne meşru olmaz” sözü meşhurdur.

Osmanlının kuruluşundan son zamanlarına kadar, ilim adamına büyük önem verilmiş, gerek Şeyhü’l-İslâmlar ve gerekse şehzade ve padişah hocaları, hatta bütün ulema büyük hürmet görmüştür. Osmanlı devleti geleneğinde padişah, annesi dahil hiç kimsenin elini öpmez iken, bunun tek istisnası sultan hocaları olmuştur. Fatih döneminde padişah hocaları Şeyhü’l-İslâm’la aynı derecede, veziriazamdan maada bütün vezirlerin üstünde gösterilmiştir. (Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, s.147)

Osmanlı tarihi, ilim adamına gösterilen hürmetin canlı örnekleriyle doludur. Bu sebeple Şeyhü’l-İslâmlık, tarih boyu saygın bir makam olarak dikkat çekmiş, protokolda hiçbir formaliteye tabi olmadan görevlerini ifa etmişlerdir. 1241/1826 yılına kadar Şeyhü’l-İslâmların belli bir makamları yoktur. Görevlerini evlerinde ifa ederlerken, II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra, Ağa Kapısı Şeyhü’l-İslâmlık Makamı hâline getirilmiştir. Bu resmi makama sonradan Şeyhü’l-İslâm Kapısı veya Daire-i Meşihat denilmiştir. Şeyhü’l-İslâmlık, uzun süre fetva veren bir makam olarak kabul edilirken, daha sonraları Fetva Eminliği ihdas edilmiş, fetvaların bu şahıs tarafından hazırlanması adet olmuştur.

Osmanlı tarihinde Meşihat makamından yüz otuz civarında (129-131) Şeyhü’l-İslâm gelip geçmiştir. Bunlardan dört tanesi Konyalı’dır. Bunlar: Şeyh Edebâlî, Meşhur Zenbilli Ali Efendi, Hamid Mahmud Efendi ve Ilgınlı Hasan Fehmi Efendi’dir. Konya’da bir de, Konyalı olmadığı hâlde, burada metfun bir Şeyhü’l-İslâm vardır. Bu da Paşmakçı Zade Seyyid Abdullah Efendi’dir.

1922 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, Osmanlı Saltanatı’nı kaldırınca, Bab-ı Meşihat da tarihe karışır. İstiklal savaşı sırasında Ankara’da kurulan Şer’iye Vekâleti, dört yıl kadar bu görevi yürütürse de 1924 yılında bu bakanlık da kaldırıldıktan sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

KAYNAKLAR

– İlmiye Salnamesi, İstanbul, 1334, s. 304-320, 322;
– İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, İstanbul 1984, s. 147, 173-214,
– Mehmet Zeki Pakalın. Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimler Sözlüğü. III/347-351; İstanbul 1946
– İslâm Ansiklopedisi, 11/485;
– Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, 1/86, 226;
– Uz, “Konyalı Şeyhülİslâmlar” Yeni İpek Yolu Özel Sayı II. Aralık 1999, s. 10.